Serenad - Zülfü Livaneli



"Her şey, 2001 yılının Şubat ayında soğuk bir gün, İstanbul Üniversitesi'nde halkla ilişkiler görevini yürüten Maya Duran'ın (36) ABD'den gelen Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner'i (87) karşılamasıyla başlar.

1930'lu yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde hocalık yapmış olan profesörün isteği üzerine, Maya bir gün onu Şile'ye götürür. Böylece, katları yavaş yavaş açılan dokunaklı bir aşk hikâyesine karışmakla kalmaz, dünya tarihine ve kendi ailesine ilişkin birtakım sırları da öğrenir.

Serenad, 60 yıldır süren bir aşkı ele alırken, ister herkesin bildiği Yahudi Soykırımı olsun isterse çok az kimsenin bildiği Mavi Alay, bütün siyasi sorunlarda asıl harcananın, gürültüye gidenin hep insan olduğu gerçeğini de göz önüne seriyor.

Okurunu sımsıkı kavrayan Serenad'da Zülfü Livaneli'nin romancılığının en temel niteliklerinden biri yine başrolde: İç içe geçmiş, kaynaşmış kişisel ve toplumsal tarihlerin kusursuz Dengesi."

Tanıtım bülteninden alınmıştır.

Zülfü Livaneli gibi bir değere sahip olduğumuz için ne kadar şanslı olduğumuzu bir kez daha hatırlamak iyi gelecektir. 20 Haziran 1946, Konya doğumludur. Türk müzisyen, senarist, politikacı, yazar ve yönetmem. Aynı anda her şey olabilir mi insan? Olabiliyorsa da bu kadar başarıya imza atması mümkün müydü? Tüm bunların cevabı Zülfü Livaneli'nde. 

2011 yılında yazdığı "Serenad" kitabı hakkında röportaj verirken onun bir "aşk kitabı" olmadığını vurguluyor Livaneli. Çünkü ona göre "aşk" kirletilmiş bir duyguydu. Nitekim kitapta da aşk hikayeleri bir yana dursun değinilen daha derin ve vahim konular söz konusuydu. Yitip giden canlar, baskılar, soykırımlar, katliamlar... Bunların içine sıkıştırılmış bir aşk hikayesi vardı. 

Maya Duran karakteri üzerinden anlatılan hikayede ikinci başrol "Maximillian Wagner" oluyor. Bu ikili arasında geçen olayların Wagner üzerinde etkisi daha büyük oluyor. Tozlu raflara kaldırılmış acılarına son bir veda için geldiği İstanbul'da, Maya Duran'ın hayatını da baştan sona değiştiriyor. Aslında roman bir değişim ve bir veda hikayesi barındırıyor da diyebiliriz. 

Temel alınan asıl konular ise Almanya'da Nazilerin baskılarından kaçan Yahudiler, II. Dünya Savaşı'nda az bilinen Mavi Alay olayları, Struma gemisi, Ermeni ve Kürt sorunları; Aile içi yüzleşme, bireysel farkındalık ve sonuncunda değişim. Kitabın bu maddeler üzerinden ilerleyen kurmaca bir metin olduğunu da hatırlatalım. 

Acının coğrafyası olmaz. İnsanın olduğu her yerde ne yazık ki "acı" vardır. Türkiye'de yaşanan bir çok siyasi olayların sonucu olarak kaybedilen canlar vardır. Dünya siyasetinde ise bu sayılar milyonlarla hesap edilmektedir. Hepsinin başında gelen neden ise iktidar, güç, hükmetme hırsı vardır. Dünya'da insan hayatından daha önemli meseleler oldukça savaşlar ve ölümler kaçınılmaz olacaktır. Kitapta da üstünkörü bir tarih yolculuğuna çıkılıyor. Zaman olarak yakın tarihimizde geçmesi ve bunların ne yazk ki yaşandığını bilmek tüyler ürpertici olsa da, bununla yüzleşmek zorundayız. Çünkü insanlık tarihi büyük utançlarla doludur. "Utanç Müzeleri" bu durumu açıklamaktadır. 

"Haklı olanı güçlü kılamadığımız için güçlü olanı haklı kılıyoruz." İnsani ilişkilerde ve toplumsal ilişkilerde sıkça karşılaştığımız bir "tercih" meselesidir bu sonuç. Biz de öyle yapmıyor muyuz? Bir iki kere haklı ama güçsüzün yanında eziliyoruz. Sonra safımız yer değiştiriyor. Çünkü kazanmaya başlıyoruz çünkü güçlülerle ittifak içindeyiz, çünkü kazanıyoruz. Kazanmak varken kim kaybetmek ister ki zaten. Ülkelerin adalet sistemleri bu konuda taviz vermemelidir tamam ama en başta konu oraya gelene kadar vicdani hesaplarımızı da gözden geçirmeliyiz. 

Kitapta en dikkat çekici ve hemen hemen kitapla ilgili her paylaşımın altında görebileceğimiz bir diyalog var: Maya abisine, ""Aramızdaki temel fark ne, biliyor musun? Sen insanlara baktığın zaman üniformalar, bayraklar ve din görüyorsun!" Albay abisi yanıt verir: "Peki, sen ne görüyorsun bakalım?" Maya cevaplar: "İnsan, sadece insan. Seven, acı çeken, acıkan, üşüyen, korkan bir insan."

Bir tarafta mekanik düşünen, duygudan yoksun ama ideolojik olarak doğru kararlar veren bir düşünce, diğer tarafa tüm sınırlarını ortadan kaldırmış tamamıyla insani hislerle cevap veren bir insan var. İdeolojiler insanları kandırmak için uydurulan soyut kavramlardır. Hiçbir zaman gerçekleşmez, eğer ideolojiler gerçekleşiyor olsalardı onlara "ideoloji" demezlerdi. Gerçekleşmeyecek düşleri insanlara satmak ve onları yönlendirmek birilerinin işine gelir. O birileri de gücü yönetir. 

"Hiçbir iktidar masum değildir. Bütün iktidarlar öyle ya da böyle, birinin katilidir…" Güncel olayları düşünün, yüzyıllar önceki savaşları hatırlayın. Alınan her kararın arkasından hayatları mahvolan insanları göreceksiniz. En gerçek ve en sertleri savaştır. 

"Hem Müslüman, hem Yahudi, hem Katolik’tim. Yani insandım." Acı çekmenin, ölümlerin dini, ırkı olur mu hiç? Oluyor. Neden oluyor? Hiçbir şekilde mantıklı açıklaması mevcut değil, olamazda. Çekilen sınırlar, yapılan ayrımcılıklar, uğratılan zulümler... Kimse dilini, dinini, ırkını, rengini seçmiyor, ama biz bunlara göre sınıflandırma yapıp, ürettiğimiz kurallarla insanı insana düşman ediyoruz. İnsanın insana düşman olması, insanın toplumlara düşman olması, insanın doğaya düşman olması, insanların tüm canlılara düşman olması... Ne kadar vasat ve ne kadar zorba bir düşünce değil mi? Yani, insanın en büyük düşmanı kendisi diyebilir miyiz? 

"Hayatımda mutlu günlerim olmuştu elbette. Ama mesele sadece mutluluk değildi. Önemli olan yaşadığın hayatın bir anlamı, bir değeri olduğunu hissetmekti." Umarım bu kısa yaşamımızda kendimizi mutlu ve değerli hissettiğimiz anlarımız üzüldüğümüz, acı çektiğimiz zamanlardan daha fazla olur. "Serenad" yeni başlangıç yapacağınız duraklardan biri olsun.

Yalın ve akıcı anlatımıyla iyi okumalar...