VizonTele - Neler Öğretti?

Bugün varız, yarın yokuz. Kısacık ömrümüz var ve kaybedecek bir canımız var. O yüzden herkesin canı kendine, her ananın oğlu yine kendine kıymetlidir. Şehit olmuş oğullarının ardından gururlu bir burukluk yaşamak, üstesinden gelmesi ne mümkündür. Bu ülke kaç yıldır gelişmekte? Kimi ülkeler 2.Dünya savaşından yenik ayrılmasına rağmen şimdi dünyanın sayılı ülkeleri arasına girdi. Biz bunun neresindeyiz? Durduğumuz, hatta gerilediğimiz yerde “gelişiyoruz” diye kendimizi kandırmakla geçiyor iki kuruşluk zaman! Ya uyan, ya da sonsuza kadar uyu…

Bu filmde komedi yok, zorlasan dahi bulamazsın. Baştan sona trajedi, ya da apaçık gerçeklerin ortaya bu kadar somut koyulmasıdır. Hala aynı sorunların devam etmesine, biz hala seyirci kalıyoruz. Bir günde devir atlayamayız ama bırak devri, ayağımızı bir santim ileriye atmaktan aciziz. Doğu illerinin ne yazık ki durumu ortadadır. Sanmayın ki batılı şehirlerimiz gül bahçesidir. Kocaman bir Türkiye var elimizde, beli kırık yürütmeye çalıştığımız. Neresinden tutarsan tut elinde bir parçası kalıyor. Rüzgâr esiyor, kıyamet kopuyor! En güvendiğimiz, güvenmek zorunda olduğumuz bile yalan söylüyor.

Sinemanın tarihçesi, televizyondan öncesine dayanıyor. Keza radyonun icadı televizyondan da öncedir. Radyoya giriş dersimizde, radyonun icadını dinlediğimde insanların buluşlarının bir günde yada bir ayda ortaya çıkmadığını görebiliyoruz. Hep daha iyisini arzuladıkları için, neredeyse tüm ömrünü radyonun gelişmesi için harcayan insanlar var. Hatta radyoyu bulup patentini almayan icatçılar… Şuan o kadar farkında değiliz ama maliyeti en düşük kitle iletişim aracı olan radyonun insanlık tarihine kattığı anlam ve değeri, en iyi şekilde anlayabilmek için, en başa yani radyonun icadı ve ilk düzenli yayınların başladığı tarihe gitmeliyiz. Türkiye’de ilk düzenli yayın İstanbul Büyükpostane’de yapılmıştır sene 1927. Teknoloji açısından geç kalmış bir ülke olmamıza karşın, en azından radyo için geçerli, bu konuda biraz daha erken davranabilmişiz. Dünyada yaşanan olayların birkaç gün veya hafta sonra ülkemizde duyulması (Reis Beyin dediği gibi), yani dünyada olup bitenlerden uzak kalmayı kim ister? Şunu düşünmenizi isterim, eğer radyo olmasaydı?

Televizyon için “radyonun resimlisi” tanımı yapanlar, televizyonla ilk kez tanışacak olanların güzel bir tanımlamasıdır. Hatta filmde geçen ve kalıplaşmış bir replik olan “Peki, Zeki Müren’de bizi görecek mi?” sorusu ve ardından kopan espriler çok enteresandır. Ben küçükken özellikle reklam sahnelerinin nasıl çekildiğini ya da oynandığını çok merak ederdim. Her reklam arasında, o reklamda oynayan herkes bir araya geliyor ve aynı oyunculuk performanslarını sergileyerek, aynı reklamı tekrar tekrar çekiyorlar sanıyordum. Küçükken neleri nasıl biliyorduk kim bilir? Ve nasıl her seferinde aynı şekilde sıfır hatayla oynadıklarını da çok merak ederdim ki, öğrendiğimde hiçte şaşırmamıştım. Reklamcı olma hayalimin te oralara dayandığını söyleyebilirim. Fakat radyoculuğa da o kadar merakım doğuyor ki gün geçtikçe… Televizyon için “şeytan icadı” diyen kara cahil kesimin yeri o yıllarda yadırganamaz. Rahmetli babaannem bile televizyondan haz almazdı, çoğu kez de televizyon ekranında yaşanan olayların gerçek olduğunu sanıp, elindeki bastonuyla ekrana vururdu. Nur içinde yatsın… Reis Beyin deyimiyle “dünyayı evimize getiren” bu aletin, artık evimizin vazgeçilmez bir parçası olmasına karşı gelenler de var. Bakınız o yıllarda tek düze devam eden TRT yayınları ve zengin ailelerde ya da halkın toplu halde kullanabildiği mekânlarda bulunurdu televizyon. Yani, aileyi, mahalleyi bir araya getirebilen bir sihirbazdır televizyon. Keza televizyon yokken sinema salonları vardı, orası ayrı. Kapitalizmin izinden yürüdüğümüz için yani daha çok üretip çabuk tükettiğimiz için yeni yeni televizyon kanalları (elbette olmalı) türedi, fakat sağlıklı bir şekilde devam edemeyenler çoğunluktaydı. Asıl mevzu şu ki: Eskiden insanları bir araya toplayan alet olarak görülen televizyon, şimdiki popülaritesinin artması ve her evde en az bir tane bulunmasının sonucu olarak, alternatifinin de bol olmasını ekliyorum, insanları birbirinden koparan kötü kutu olarak anılmaya başladı. Bu kanıya hak vermemek elde değil. Bir evde en az iki televizyon ve artı olarak internet bağlantısının olduğunu düşünürsek kişi başına düşen televizyon sayısı neredeyse bir adeti buluyor. Bu durumda zaten alternatifimizin çok olduğunu göz önünde tutarsak: Anne, dizisini, baba, maçını, çocuk, çizgi filmini aynı evde ayrı köşelerde izler duruma düşüyor. Aralarında bir bağ kalmıyor. Dizi izleyen orta yaş üstü hanımları saymazsak televizyon hakkında konuşacağımız çok şey kalmıyor günlük hayatta. Asosyal olmamız tabi ki istenilen bir durum değil fakat aşırı sosyallikte görüldüğü üzere o kadar da iyi bir hadise değil.

Teknik açından da yorum getirmek gerekirse, ben kamera çekimlerini çok beğendim. Özellikle sonu yüksek tepeleri gösteren çekimler ve tam tersi olanları da… Oyuncular ve oyunculukları konusunda hiçbir şikâyetim yok. Aslında senaryo genel anlamda çok etkileyici, gözlerimin dolduğu sahnelerin varlığından da haberdar edeyim sizleri. Etkilendiğim sahneden ötürü gözlerim sulanmadı aslında, hani daha kalp sızlatan anlarla doldurulabilirdi ama dozunda bıraktığı kanaatine vardım. Benim gözlerin nedeni ise, o yaşanan olayların, örnek üzerinden gidilirse, askere giden Rıfat’ın sevdiği kıza, buluşmalarının ilk günü açılan yarasının kabuğunu vermesi, çok çok etkileyici. Rıfat’ın dediği gibi çok saçma ve gülünç olabilir ama o adamdan ne bekliyorsun ki? Ve aynı karakterin şehit olduğu haberini, köy kahvesinde ilk yayınını yapan televizyondan almak… Bu ne boktan bir dünya diye sorguya çektiğimiz andır kendimizi.

Ve dışarıdan yağmurun sesi gelirken şuan belki de kalbinizde kar yağıyordur, ya da eriyip buhar olmuştur? Radyo, televizyon ve sinemanın ömrü hiç tükenmeyecektir! Son halka elbette İnternet… Hepimiz teknolojinin birer parçasıyız. Çarkı döndüren büyük parçalardan…