Ayrılık vakti gelmişti. Genç kadın elindeki
krem renkli, kalpli kulpu olan kahve fincanını büyük bir itina ile yerine
bıraktı. Ardından masanın üzerindeki karanfil yapraklarını avuçlarının içinde
gezdirdi. Başı eğikti, ona bakamıyordu. Bunun yerine çevresindeki insanları
izliyor, dışarıyı seyrediyor veya masadaki eşyalarla oynuyordu. Adamın onu
seyrettiğini biliyordu. Bu bakışları her zaman hissetmişti, bu koruyucu
bakışlar… Onlar her zaman güven vericiydi. Bu sebeple onları son bir kez
görebilmek için son bir gayretle başını kaldırdı. Omuzlarına dökülen kahverengi
bukleli saçlarını gülkurusu kazağından aşağı bıraktı. Adam onun dudaklarından
çıkacak tek bir kelimeyi bekliyordu. Ama kadın konuşmadı. Adama doğru baktı. Başka
bir yere değil tam gözlerinin içine baktı. Ve onu öylece uzun bir süre hiçbir
şey yapmadan seyretti. Kalp atışının hızlanmasına ve akciğerlerinin nefessiz
kalmasına izin verdi. Bu kez heyecanını dindirmek için derin derin nefes
almayacak, aklından kendini rahatlatacak cümleler kurmayacak ya da başka şeyler
düşünmeyecekti. O anı hissederek adama doğru baktı ve kazağıyla aynı renk olan
dudaklarında bir gülümseme belirdi. Sadece sol yanağında olan gamzesi, adamın
gözbebeklerinin içinde yankılandı ve bir damla gözyaşı olarak karşılık verdi
kadına. Kadının elleri her zaman soğuktu ve adam onları ısıtmak istemişti, onu rahatlatmak,
kendine iyi bakmasını söylemek istemişti, akşam yatarken kalın giyinmesini, çok
fazla terlememesini ve erken yatmasını. İnsanlara çok güvenmemesini haykırmak
istemişti oysa yolda yürürken etrafa bakmasını ve asla ama asla ağlamamasını.
Fakat kadın tüm bunları duymadan önünde duran kahve fincanını kucakladı. Soğuk
ellerini onunla ısıttı ve uykusunu kaçırmasına izin verdi kahvenin.
Geldiklerinden beri hiç konuşmamışlardı, siparişlerini vermiş ve oturmuşlardı
cam kenarındaki o ufak iki kişilik masaya. Otururken hafifçe kadının beyaz
sandalyesini çekmişti adam ve kadın çantasını koymuştu cam yuvarlak masanın
üzerine. Kadın otururken dizini masaya vurmuş ve adam düşünmeden kadının önünde
eğilmiş, yarasına bakmıştı. Ama konuşmamışlardı hiçbir şekilde. O andan
itibaren saatler birbirini kovalamıştı. Birkaç kez içecek bir şeyler
istemişlerdi garsondan fısıltıyla karışık bir konuşmayla. Arada birbirlerine
bakıyorlar, yüzlerini inceliyorlar, karşıdaki fark edince başlarını tekrar
önlerine eğiyorlardı.
Bir
anda bilinmeyen bir şekilde onlara verilen zaman doldu. Sanki o muhteşem
denilen ve etrafta hayran bakışlar uyandıran sihirbazın sırları öğrenilmişti,
saatlerce yılbaşı ağacı altında dans eden adam aslında yalnız olduğunu fark
etmişti ve bir kadın gözlerini açtığında hala aynı yerdeydi. Rüyalar sona ermişti.
Kadın gözlerini uzunca bir süre kapatıp kirpiklerinin ıslanmasına izin
verdikten sonra derince bir nefes aldı ve yerinden kalktı. Adama bir kez bile
bakmadan arkasını döndü sadece yürüdü. Kadın ilerledikçe ahşap zeminde çınlayan
topuk sesleri azalıyordu. Kadın ilerledikçe daha fazla yükseliyordu sigaranın
dumanı, sanki masanın üstündeki karanfiller soluyor ve ona ait olan lavanta
kokusu uzaklaşıyordu adamdan. Üstelik her şeyi silmek isteyen bir yağmur
başlamıştı dışarıda. Bir şekilde güneşin varlığına inat, kadının gidişine inat
yağıyordu yağmur. Onun gidişini unutturmak ister gibiydi ya da onu unutulmaz
kılmak. Adam kaldırdı başını hiçbir şey düşünmeyen anlamsız gözlerle camdan
dışarıya baktı. Dışarıdaki görüntü yağmur tanelerinin eşliğinde bulanıklaşıyor
birbirine karışıyor, dalgalanıyordu. Sevdiği kadının silueti ömür boyu
unutamayacağı bir biçimde güneşin ışıltılarıyla yok oluyordu derken taneler
uçuşan kahverengi saçların rengini almaya başlamıştı bir an ve bir anda her şey
yok oluyordu. O kadın gibi kokuyordu sanki karanfiller, hafif bir lavanta
kokusu. Aniden önünde duran kahve fincanına baktı adam, onun dudaklarının
iziyle belirlenmişti sanki ve onun sıcaklığını taşıyor gibiydi. Eline aldığı
fincanın ne kadar çok ona benzediğini sorguladı kafasında dakikalarca. Onun
teni gibiydi rengi ve onun bakışları kadar sıcaktı. Ardından yavaşça eğildi ve
dizini çarptığı yere dokundu usulca. Karşısındaki boş sandalyeye baktı uzun
uzun. Masanın üzerindeki cam kavanozun içinden aldı karanfilleri onun yaptığı
gibi parmaklarının arasında dolandırdı uzunca bir süre. Gözlerini kapattığı bu
süre boyunca ona dokunuyor gibiydi. Ona yavaşça yaklaşıyor, topladığı
saçlarının omuzlarından dökülmesine izin veriyordu. Ona sarılıyor ve teninin
yumuşaklığını hissediyordu. Hafifçe yanağından öperken gözlerinin ıslaklığıyla
uzaklaşıyordu kadın ondan.
Ve
uyanıyordu adam. Asla uyanmak istemediği bir rüyadan. Tüm isyanlarına rağmen
sıkıca sarılıyordu kadına. Çığlıkları duvarları aşıyor, ciğerleri oksijenle
yanıyordu her bağırdığında. Kalbinin içinde her bir damar yeni başlayan bir
yangının şiddetiyle ilerliyordu vücudunda. Ama dışarıdan o, köşedeki kafenin
cam kenarındaki iki kişilik masaya oturan ve gözlerini kapatıp sessizce
bekleyen adamdan başka hiç kimse değildi. Bu adam bir süre sonra yerinden
kalkacak sessizce hesabı ödeyip dışarı çıkacak ve gecenin karanlığında yağmura
aldırmadan saatlerce yürüyecekti. Hiç kimse dönüp bakmayacaktı bile ona. Önüne
gelen tüm içkili mekânlara girecek deliler gibi içecek, her yudumda kafasından
atmaya çalışırken daha çok sarılacaktı kadına. Ve insanlar ertesi gün gazetede
göz ucuyla göreceklerdi onu. Köşedeki kafenin önünde ölen adam olacaktı onlar
için, neden öldüğü, neden orada öldüğü bilinmeyecekti hiçbir zaman. Kadınsa
gazetenin bir arkasındaki sayfada yer alıyor olacaktı. Bir çocuğu kurtarmak
için trenin altında kalan bir kadının hikâyesinde.