O an Geldiğinde…

                                                     http://25.media.tumblr.com/b204b8facbdfbcef1fe8b9aa388189fb/tumblr_mo1hq8COgt1sqfyx0o1_500.jpg



     Ayrılık vakti gelmişti. Genç kadın elindeki krem renkli, kalpli kulpu olan kahve fincanını büyük bir itina ile yerine bıraktı. Ardından masanın üzerindeki karanfil yapraklarını avuçlarının içinde gezdirdi. Başı eğikti, ona bakamıyordu. Bunun yerine çevresindeki insanları izliyor, dışarıyı seyrediyor veya masadaki eşyalarla oynuyordu. Adamın onu seyrettiğini biliyordu. Bu bakışları her zaman hissetmişti, bu koruyucu bakışlar… Onlar her zaman güven vericiydi. Bu sebeple onları son bir kez görebilmek için son bir gayretle başını kaldırdı. Omuzlarına dökülen kahverengi bukleli saçlarını gülkurusu kazağından aşağı bıraktı. Adam onun dudaklarından çıkacak tek bir kelimeyi bekliyordu. Ama kadın konuşmadı. Adama doğru baktı. Başka bir yere değil tam gözlerinin içine baktı. Ve onu öylece uzun bir süre hiçbir şey yapmadan seyretti. Kalp atışının hızlanmasına ve akciğerlerinin nefessiz kalmasına izin verdi. Bu kez heyecanını dindirmek için derin derin nefes almayacak, aklından kendini rahatlatacak cümleler kurmayacak ya da başka şeyler düşünmeyecekti. O anı hissederek adama doğru baktı ve kazağıyla aynı renk olan dudaklarında bir gülümseme belirdi. Sadece sol yanağında olan gamzesi, adamın gözbebeklerinin içinde yankılandı ve bir damla gözyaşı olarak karşılık verdi kadına. Kadının elleri her zaman soğuktu ve adam onları ısıtmak istemişti, onu rahatlatmak, kendine iyi bakmasını söylemek istemişti, akşam yatarken kalın giyinmesini, çok fazla terlememesini ve erken yatmasını. İnsanlara çok güvenmemesini haykırmak istemişti oysa yolda yürürken etrafa bakmasını ve asla ama asla ağlamamasını. Fakat kadın tüm bunları duymadan önünde duran kahve fincanını kucakladı. Soğuk ellerini onunla ısıttı ve uykusunu kaçırmasına izin verdi kahvenin. Geldiklerinden beri hiç konuşmamışlardı, siparişlerini vermiş ve oturmuşlardı cam kenarındaki o ufak iki kişilik masaya. Otururken hafifçe kadının beyaz sandalyesini çekmişti adam ve kadın çantasını koymuştu cam yuvarlak masanın üzerine. Kadın otururken dizini masaya vurmuş ve adam düşünmeden kadının önünde eğilmiş, yarasına bakmıştı. Ama konuşmamışlardı hiçbir şekilde. O andan itibaren saatler birbirini kovalamıştı. Birkaç kez içecek bir şeyler istemişlerdi garsondan fısıltıyla karışık bir konuşmayla. Arada birbirlerine bakıyorlar, yüzlerini inceliyorlar, karşıdaki fark edince başlarını tekrar önlerine eğiyorlardı.
       Bir anda bilinmeyen bir şekilde onlara verilen zaman doldu. Sanki o muhteşem denilen ve etrafta hayran bakışlar uyandıran sihirbazın sırları öğrenilmişti, saatlerce yılbaşı ağacı altında dans eden adam aslında yalnız olduğunu fark etmişti ve bir kadın gözlerini açtığında hala aynı yerdeydi. Rüyalar sona ermişti. Kadın gözlerini uzunca bir süre kapatıp kirpiklerinin ıslanmasına izin verdikten sonra derince bir nefes aldı ve yerinden kalktı. Adama bir kez bile bakmadan arkasını döndü sadece yürüdü. Kadın ilerledikçe ahşap zeminde çınlayan topuk sesleri azalıyordu. Kadın ilerledikçe daha fazla yükseliyordu sigaranın dumanı, sanki masanın üstündeki karanfiller soluyor ve ona ait olan lavanta kokusu uzaklaşıyordu adamdan. Üstelik her şeyi silmek isteyen bir yağmur başlamıştı dışarıda. Bir şekilde güneşin varlığına inat, kadının gidişine inat yağıyordu yağmur. Onun gidişini unutturmak ister gibiydi ya da onu unutulmaz kılmak. Adam kaldırdı başını hiçbir şey düşünmeyen anlamsız gözlerle camdan dışarıya baktı. Dışarıdaki görüntü yağmur tanelerinin eşliğinde bulanıklaşıyor birbirine karışıyor, dalgalanıyordu. Sevdiği kadının silueti ömür boyu unutamayacağı bir biçimde güneşin ışıltılarıyla yok oluyordu derken taneler uçuşan kahverengi saçların rengini almaya başlamıştı bir an ve bir anda her şey yok oluyordu. O kadın gibi kokuyordu sanki karanfiller, hafif bir lavanta kokusu. Aniden önünde duran kahve fincanına baktı adam, onun dudaklarının iziyle belirlenmişti sanki ve onun sıcaklığını taşıyor gibiydi. Eline aldığı fincanın ne kadar çok ona benzediğini sorguladı kafasında dakikalarca. Onun teni gibiydi rengi ve onun bakışları kadar sıcaktı. Ardından yavaşça eğildi ve dizini çarptığı yere dokundu usulca. Karşısındaki boş sandalyeye baktı uzun uzun. Masanın üzerindeki cam kavanozun içinden aldı karanfilleri onun yaptığı gibi parmaklarının arasında dolandırdı uzunca bir süre. Gözlerini kapattığı bu süre boyunca ona dokunuyor gibiydi. Ona yavaşça yaklaşıyor, topladığı saçlarının omuzlarından dökülmesine izin veriyordu. Ona sarılıyor ve teninin yumuşaklığını hissediyordu. Hafifçe yanağından öperken gözlerinin ıslaklığıyla uzaklaşıyordu kadın ondan.
         Ve uyanıyordu adam. Asla uyanmak istemediği bir rüyadan. Tüm isyanlarına rağmen sıkıca sarılıyordu kadına. Çığlıkları duvarları aşıyor, ciğerleri oksijenle yanıyordu her bağırdığında. Kalbinin içinde her bir damar yeni başlayan bir yangının şiddetiyle ilerliyordu vücudunda. Ama dışarıdan o, köşedeki kafenin cam kenarındaki iki kişilik masaya oturan ve gözlerini kapatıp sessizce bekleyen adamdan başka hiç kimse değildi. Bu adam bir süre sonra yerinden kalkacak sessizce hesabı ödeyip dışarı çıkacak ve gecenin karanlığında yağmura aldırmadan saatlerce yürüyecekti. Hiç kimse dönüp bakmayacaktı bile ona. Önüne gelen tüm içkili mekânlara girecek deliler gibi içecek, her yudumda kafasından atmaya çalışırken daha çok sarılacaktı kadına. Ve insanlar ertesi gün gazetede göz ucuyla göreceklerdi onu. Köşedeki kafenin önünde ölen adam olacaktı onlar için, neden öldüğü, neden orada öldüğü bilinmeyecekti hiçbir zaman. Kadınsa gazetenin bir arkasındaki sayfada yer alıyor olacaktı. Bir çocuğu kurtarmak için trenin altında kalan bir kadının hikâyesinde.