Alışkanlıklarımız arasına her şeyi katabiliriz. Alkol,
sigara, uyuşturucu, oyun, uyku, para ya da sana hangisi uyuyorsa. Aslında
insana en çok ama en çok koyan insan alışkanlıkları, yani insanlara alışmak.
Birisi geliyor hayatınıza dokunuyor, kartların yerini değiştiriyor, yani oyun
değişiyor, kozlar değişiyor, final geliyor, son oyun geliyor ortağınız ölüyor.
Şimdi ne koyuyor?
Kaybettiklerimizle, kazandıklarımızı aynı keseye
koyabiliyor muyuz biz? Eksilerde olduğumuz zaman daha dibe batmak için çırpınan
kolları görmek, görenler için geçerli, onlara yardım etmeyi düşünebiliyorlar
mı? Ki yardımları bir halta yarayacak mı? Yardım etmekle, yardım etmeye
çalıştığın kişiyi anlamak arasında uçurum var. Ben beş kuruş para vermeden
senin derdine ortak olabilirim. Ama birkaç yüzlük koyarım ortaya senin derdini
birkaç saat silebilirim. Ben bu iki güce de sahibim. Ama sen kanmaya
kandırılmaya her zaman açık kalırsan, üzerinden geçinen çok olur. Zaten oldum
olası piç bir dünyada yaşıyorum. Bide sen eklenme üzerime dert niyetine.
İki zıt kavramın arasında kalmak gibi aşk. Ya cennet
diyor, ya cehennem. Ya melek diyor, ya da şeytan. Ya yaşa diyor, ya da öldür.
İnsan kapı eşiklerinde sabahlamayı, tüm ömrü arafta geçirmeyi de öğreniyor.
Çocuk yaşta kaybettiğin annesinin babasının yokluğunu da öğreniyor, alışıyor
ama? Ama gel gör ki istemeden duramıyor… Şu oruspu dünyada en çok üzüldüğüm şey
gerçekten artık eminim bundan, daha bebek yaşta annesiz babasız kalan
kimselerin gözlerine bakmak. Onlarla bu konuları konuşacak cesaretim bile yok
benim. Onlara “neden böyle oldu” diye bile soramıyorum. Bana ne anlatacak ki…
Oysa içini dökecek sağlam bir dosttan başka şey aramazlar. Onlar çıkarcı
olamazlar. Yolda gördükleri yaşlı, kimsesiz adamı bile kendilerine eş biçerler
ve cebindeki kuruştan nimetlendirirler. Her şeye alışıyoruz da, istemekten
kendimizi alıkoyamıyoruz birader.